“İnsanım, aslı tek hücreli yaratık olan bedenim!
Hak’a dair bir-dem olabilmek ve halk edebilmek adına toprağım, halkım!
Gün olur toprağım ve haletleri, soğuduğunda üşüyüp- donar,
Gün dönüp kızdırdığında terler- yanarım!
Zamanın günlerine ömür diyebilmek için,
Halkın hakka vuslatında toplumcu sosyallik olası ise eğer, bana eğin-aş gerek!
Sürüyü sürebilmek için ise siyasal olmak gerek!
Neyleyim bi-çare ruhum, toprak!”

Eşyanın var olmayı sağlayan yaratım süreci gözetildiğinde dogmanın doğayı yarattığı asıl olarak ele alınmakla birlikte, ruhun doğa ilmi şartlarına göre yaratılmadığı da az-çok bilindiği varsayımının aksi de ispatlanmış olmadığı kabul edildiğinde; “doğanın yaşam tarzı bizi kendini yaratana” götürmez mi? Yaratıcı yaratım gücünün varlığına delalet teşkil eden ruhun varlığı sayesinde insana var etme gücü vermekle, yaratıcı neden yarattıkları ile insanın kendini keşfetmesini ve yaratıcı kendinin bilinmesini ister? Eşyanın tabiatına gelindiğinde ise o şeyin asıl olarak var olduğu ve var edilmesi ile birlikte var etme nedenini oluşturduğu bilinebilir mi? diye başlayalım mı? Hadi bir kez daha yine söylemeye!…Yine yeniden yenilenmek ve olanı biteni anlamak ve de yaşamak için yinelemeye!…
Yaratılan “canlı-cansız” tüm varlıkların tabi olduğu tartışılmaz kurallar bütünü olan “doğa kanunlarının” bir parçasını da biz insanoğlunun oluşturduğunu bilinen bir gerçeklik olarak kabul eder isek eğer, bu yaratığın yaratılma oluşumları da tıpkı kendi besin kaynağı olan diğer yaratılanlar gibi olması gerekmez mi? Bizlerin oluşturduğu biyolojik canlı alt tabanlı yaratık olan insanın, kocaman bir alemin minyatürü olduğu düşünüldüğünde ve yine bunun mutlak bir doğru olduğu kabul edildiğinde, bu yaratığın aynı zamanda yaratılanlardan biri olduğu da ayrı bir doğru değil midir? Her neyse…Bizler bu konuyu düşünürken insanoğlunun var ettiği yaşamı kaçırmayalım! değil mi?
“İnsan” denilen varlığın alemsel yapının figürü olması ile insanın oluşturduğu ve tüm çeşitliliğini de içinde barındırdığı, toplumsal ifade ediliş şekliyle birey kitlesinden oluşan “halk” denilen zemininin kaynağı olan bu kurum sosyal yapıdır ki, siyasal sistemin üzerine inşa edildiği yer kavramıyla izah edildiğinde “toprak” tasviri yapmak kendisine pek de uzak olmaz sanırım…Genel anlamda siyasal yapı denilen işletim biçimi halk denilen sosyal kurumun “toprağı”dır da denilebilir. Bilinen anlatımıyla bitkisel manada üzerine ne ekersen onu biçtiğin toprak tanımı!.. İşte onun gibi bir şey….Bu tanımlamaya zaman-zaman fırtına ekip kasırga biçtiğin toprak tabirini de ilave etmenin zemin üstü hareketlerin varlığı gözetildiğinde pek de fazlalık olarak kabul edilmeyeceği kanaatinde olduğumuz halk denilen yaşanan yaşam…
Bizler; üzerinde yaşadığımız toprak olan bu sosyal yapıyı yiyip-içebilmek için ekip biçeceğim diye toprağın devşirildiği, seçilen siyasal yapı ile bir o yana bir bu yana çekip-çekiştirildiği halk denilen süreçte, bir arada yaşama tutunma gayreti gösteren ve yaşadığı iklim kuşağının koşullarının oluşturduğu topluluklarız…Nasıl sürmeli bu toprağı diye düşünmeden önce “ne çeşit bir topraktır bu” denmesi kaçınılmaz, değil mi?..
İnsan ırkı da diğer yaratılan “tüm doğa canlıları” gibi ‘birey’ olarak tek başına ait olduğu yaşamı ifade eden ömür döngüsünde yaşarken, aynı zamanda kendi türünün yaşamının devamlılığını da sağlayabilmek adına; bir bütün olarak diğer türdeşleri ile birlikte yaşamakla ademoğlunun “varlık yaşamını” sürdürür. Diğer yaratılan tüm varlıkların yaşaması için var olması gerekli olan sürdürülebilirlik şartları da, yine ha keza! genel yaşam şartları itibariyle ortak yaşam canlılar alemi için yine benzerlik arz eder…Bu yapı, organizmaya dönüşmediği için cansız olarak adlandırılan varlıklar ve yaşamlarında da aynı şekilde doğrulanır.
Varlık âleminin aslı bilinen şekli ile cansız yaşamın öncelikle var olması, sonraki aşamada cansız yaşamın var ettikleri olan sonuçta canlı yaşamının yaşam koşullarının oluşması ile birlikte hemen akabinde canlı yaşamının asal sayısı ve canlılar dünyasının vazgeçilmezi olarak tanımlanan “toprak” denilen oluşumun ana madde olarak biyolojik yaşamın ham maddesini oluşturduğu kabul edilmekle beraber, eşyanın genelinde maddenin elementsel dağılımı var edilenlerden tezahür ettiğinden, tecellinin tanımlanan araçlarda olduğu gerçek ise de; kaçınılmazı, sürüp giden ve bitmek-tükenmek bilmeyen keşiflerdir.
Hal böyle olduğunda canlı yaşamın ilk ana maddesi toprak nankörlük edebilir mi? Hele kendini var edeni, yok edebilir mi? Bindiği dalı kesebilir mi? Yoksa toprak yaratıcı vasfının irdelenmesi sonucu yalnızca hor ve acımasız kullanılmaktan hoşlanmaz ve küser mi? Yine toprağın yaratıcılık fonksiyonunu harekete geçirebilmek için diğer haletlerine de ihtiyacı olduğu doğru ise, ki bunları da ancak kendini yaratmakla var edebiliyorsa, toprağın maddeye hayat vermesi için önceliğinde, kendini diğer bileşenler için yaratması gerekmez mi? Aksi durumda kendini ve boyutlarını yaratmayan yapının tıpkı “toprağa ekini ekmeden biçenlere, harmanı yapmaya kalkmanın, havanda su dövmek olması gerek” olmaz mı?
Maddenin bilinen üç hali vardır ve bu üç halde de yaşam koşulları oluşturularak yaşayan canlılarını yaşatmaktadır. Belki, geri dönüşümde yaşamın yaşattığı canlılarının aynı zamanda yaşamı yaşattığı da söylenebilir? Her yaşamın asli bir simgesel yapısı var ise bitki-ağaç misali göz önüne alındığında, bu alemin yaşantısının asal sayısının “ağaç” olduğu tartışılamazsa da; ağacın bitki olduğu da yine tartışılmaması gerekmez mi?
Yaratılan varlığın geniş manada yaşamını oluşturanları olarak “canlı veya cansız” varlıkların yaşamın genel formülünde yer alan aynı yaşam tarzlarına sahip olunması, bu varlıkların yarattıkları diğer yaşamlar için de geçerli değil mi? Yürüyen, uçan, yüzen, sürünen ve diğer canlıların hareket etme halinin izahını, asıl yaşam olan ve aynı zamanda canlı yaşamının kaynağını teşkil eden, “cansız yaşamın” sürdürülebilirlilik ivmesini oluşturmuyor mu?
Yüzeyde sürünen toprağı delerek tünel kazan ve alaşağı ederek devşiren yılan, neden kıvrım-kıvrım yürür dersiniz? Eli-ayağı olamadığı için mi? Yoksa kuyruğuna basmamak için mi? Yada başını kollayabilmek için mi? Hadi yürümesini anladık, peki bu sürüngen neden kıvrılarak oturur ve derlenir toplanır da çöreklenerek uyur, dinlenir? Dolanırken kendisine düğüm olup, dolaşmamak için mi? Nasıl olur da başını eğmeden ve eğilmeden ve hatta yere değmediğinden süründürmeden dümdüz tutarak, hedefine hiç bükülmeden dosdoğru kilitlenebilir? Yaşaması için kullanması gereken silahının isabet edebilmesi için bedeninin eğri mi olması şarttır? Yoksa sürünerek gidebilmenin tek yolu eğrilmek midir? Nedendir bilmem?
Ha! bu arada; yüzeyde sürüngen olup, asıl yaşam yeri yer-altı olan canlıların diğer toprak altı yaşamlarının sürdürüldüğü yaratılanları da varın siz telakki edin artık! Sanırım olur? Hıı..!
Bizlerden müteşekkil insan ırkının yaşam alanına gelindiğinde yaşanan yaşam ile yaratılan yaşamın aynılığı veya farklılığı yarattığı toprağa ve haletleri ile doğru orantılıdır. İnsanoğlunun yaratıldığı toprağa bağlı ırk birliğini oluşturduğu, bölgesel ayrımlarla katmanlaşan millet topluluğunun en küçük toplumsal yapılaşmasını oluşturan halk kitlesi ve oluşturanlarının meydana getirdiği “insan çeşidi ve işlev tarzı” türünün devamında, birincil düzeyde süreklilik arz eden etkendir.
Her yaratılanın yaşamını idamesi için beslenmesi esastır. Toprağın besin kaynağı ise daima ölü olan her şeydir. Yaratılan tüm varlıklar gibi toprakta, yaşamını tamamlamış olan, bildik ifade ile “ölü” yer ve beslendiğinin tohumunu saklar ve devamında yeniden yine diriltir. Bizim ifade ettiğimiz şekliyle katı hali ile toprağa düşen ister bitki, ister hayvan, isterse insan olsun hatta isterse cansız varlık olsun bir ganimet misali toprak altı yaşamda yerini alır ve bunlardan beslenen çok olur.
Toprak altı, dünya tıpkı toprağın üstündeki yaşam gibidir…Toprak üstünde doğum ile başlayan yaratılanların yaşamı, toprak altındaki toprak olma yaşamının başlangıcı ölüme eş olmakla birlikte; bu süreçte devam eden yok olma evrelerine göre beslediği ilgilisi herkim ise kendine düşeni muhakkak koparır. Toprağın bir varlık olarak var ettiklerinin kaynağı olduğu düşünülse de, her şey bir döngü halinde birbiri içinde ve ardı-sıra devam eder-gider…Biz insanlar, toprak misali bedensel, sosyal, duygusal vs. oluşumlara ilave olarak ruhsal besin maddeleri tüketiriz. Tıpkı toprak gibi yer içer ve tüketir ve üretiriz…Yaratılmamıza asıl olan bedenimizin aslının toprak olduğu kuramı, fen bilimlerinin bir doğrusu olmasının yanında sosyal bilimlerinde teyit ettiği yaşam koşullarının tartışılmaz bir sistemidir aynı zamanda…
Bu nedenledir ki sosyal Yapının oluşmasını sağlayan “halk” birlikteliği kendi siyasal yapısını belirlemede yalnızca kendini oluşturan aidiyetlerle kayıtlı değildir. Gelişen ve değişen her şeyde olduğu gibi onunda aynı veya farklı edinimlere devam eden yaşamı yeniden kurmak için ihtiyacı vardır. Sosyal yapı denilen halk kitlesinin insan doğal yapısının bedensel ihtiyaçlarının vazgeçilmezi olduğunu kabul ederek yola çıkabilirsek ki, bu sayede yolu biraz daha kısaltmış olur ve kestirmeye sapmış oluruz. Durumun gerekleri ağır ve zor şartları içeriyor ise bu tarzı denemeye “hani hiç de fena da olmaz sanırım!” dememek mümkün değildir…Düşünce metodolojisini arada bir böyle “kaçış yollarına saparak düşünürsek eğer” demekle zordan kaçmış olmayız…Ne dersiniz? Var! mısınız?
Hadi gelin hiç değilse bir gözden geçirmeyi deneyelim! mi?
1. “Hayat yaşatılırken ve yaşarken öğrenilir” kuramı, bilmenin bilinen doğrularından biridir. Yaşamı yaşanılır kılabilmenin yolu ise, “hayatı yaşatmaktır, tek başına onu yaşamak değil”…Üstesinden gelinemeyecek güçte olanların diğerleri üzerindeki baskısı, izlerini bıraktığında fark edilir. Halka (toprağa) bırakılan bu izleri silebilmek ve hayatı eski haline getirebilmek ve yine başa dönebilmek, devam eden bir sürecin varlığını gerektirir. Toprağa ekilen ve halk üzerine sinen bu izler o kadar derindir ki, bir damga misali hem vuranı hem de vurulanı temsil eder. Silmek için sarf edilen gayret ve geçirilen sürenin adı ise ancak “emek” olabilir. Tıpkı “alın teri, göz nuru, dirsek çürütme vs.” misalinde olduğu gibi…
2. Toprağın kendini insan varlığı ile yarattığı var olduğu bölgedeki halkının, zaman-zaman başı derde girdiğinde sarf ettiği çabanın emekten öteye gitmeyeceğini bilse de, girdiği mücadeleye verdiği anlamla yetinmek zorunda kalsa da, yine de başlamaya değer görür “başı olmayan son olmadığı gibi küçük olmayan da büyük olamaz” düsturuyla ‘haydi’ demeyi…
3. Canlılarda daha yakından görülebilmekle birlikte cismin aslını cansız maddelerin inanılmaz uyumlu ilişki ağı içindeki etkileşim sürecini oluşturan ve ilk çağdan beri kalıntılarını halen sürdürdüğü ve de varlığın neslinin devamı sürecinde kaçınılmaz gerekliliği olan “en küçüğün varlık yaşamının idamesini sağlayanın büyüğünün varlığı ile mümkün olduğu” kuramı çok iyi biliriz. Hatta sürecin kendini yaratma evresindeki sıradan oluşumlarla oluşan süreç yaşamındaki büyümenin, “farklı varlıkları var etme olgularıyla ifade edildiği” gözlense de, bunun bir gelişme dönemi olduğundan birçok kere haberdarızdır. Hani hakkın kendini var etme mücadelesindeki oluşum çabalarının tabi olduğu “varlık süreci” denilen ve doğadaki yarattıkları adlarıyla “tanyeri kızıllığı-ömür-yargılama-tedavi vs” dediğimiz ve çoğu zaman da sonuçların belirleyicisi olan “var oluş döneminin oluşumları olarak” izah edilen ama fark edilemeyen varlıklarda olduğu üzere…
4. İnsan denilen varlık aleminin yerleşim yerleri ile belirlenen varoluş sürecindeki büyük yapının küçük yapıya doğru oluşan alt oluşumu varlık kazandığında; ırk, millet ve toplumda denilen halk kitlelerinin sosyal yaşamını inşa eden en küçük gruplaşmaya veya birlikteliğe bu günkü hali ile birim olarak ifade edildiğinde “aile” olarak tanımlandığı hemen-hemen herkesçe bilinmekle beraber: zamanını yaşadığımız ve yakalayabildiğimiz kadarıyla çağımıza dair bu sosyal yapının da yine siyasal yapıya göre değiştiğini, aile denilen sosyal birlikteliğin kendi sınırları içindeki ayrıştırılan küçük resminden gördüğümüzü unutmamak gerekir…
5. Bu varsayımın ulaşacağı hedef ise; “yönetimin idare edilebilmesinin gerekli kıldığı sosyal yapının en küçük biriminin yine “neden inşa edildiğinin?” tayini ile tespit edilebilir” noktası olsa gerek…Toplumsal yapının en küçük birimi olan ailenin yapılaşmasını izah eden bünyesel boyutunu bilebilmek için “en küçüğü ve deposu olan çekirdek yapıdan, en büyüğü olan oba veya boy yada klanlara ve dahi bizdeki ifadesiyle sülaleye kadar uzanan büyümenin” söz konusu olduğunu öngörmek gerekli değimlidir? Bu bünyesel yapıların getirileri elbette birbirleri arasındaki işletim sisteminin belirlediği organizmanın oluşturanı olan “yapısal ağ bütünlüğü” olarak adlandırılan sistemin iletişim boyutu ile mümkündür.
6. Toplumsal yapının sürdürülebilirliliğinde sosyal yapının siyasal kurumların belirteç tabanı olduğu her ne kadar biliniyorsa da, devam eden süreçte yenilenen siyasal sistemi şekillendirmenin sosyal bünye ile geri dönüşümündeki uyumundan geçmektedir. Bunun yönteminin de “uygulanan yönetim biçimlerinin varlığını ispatlamak” şeklinde olduğunu yine unutmamak gerekir. Toplumsal düşüncenin siyasal yapının halk tarafından doğrudan veya dolayısıyla yönlendirildiği sistemik yapıda, iradeyi kullanma şeklinin belirlendiği yönetim biçimi ile mümkündür.
7. Bütün bunların yanında toplumsal yaşam dahil olmak üzere tüm yaşamların yaşamasını sağlamanın öncelikli yolu; elbette ki sosyal oluşumlarının kendini tamamlaması olmakla birlikte neticede oluşturulan siyasi yapının şekli koşulları da kendi ile uyum halinde olmalıdır. Aksi halde, toplumsal yaşamın devamlılığın sağlanmasında oluşacak farklı konumlanmalar yolu ile uyum sorunlarının halli söz konusu olacaktır.
8. Eşyanın kaynağı ve yaşam evrelerinde bir nevi soğumuş ateş de denilebilen toprağın var edeni, yaratıcısı, ateşin varlığı olan “güneşe” itaat etmek! ateş topluluğu yıldızlar kümesinden oluşan galaksi olarak adlandırılan siyasal yapı sisteminin vazgeçilmezidir. Bilime ulaşabildiğimiz kadarıyla; içinde yaşadığımız ve yaşattığımız yaşamlarla birlikte canlı alemi için bir dünya olan ancak aynı zamanda cansız alem için bir yıldız olan yerküremizin de içinde bulunduğu “uzay sistemi”, adını ne şekilde ifade edersek edelim aslında en büyük yıldızdan başlayarak diğer yıldızlar aleminin yaşadığı ve kendi yaşam düzlemini de yine kendi yapısal oluşumu ile koordine ettiği yüksek gerilim hattı misali çekim gücüyle bağlantılı güzergahta adına yörünge denilen bir yol üzerinde yolculuğunu (ömrünü) sürdürür…
Eşyanın var oluşumunun aksine bir süreç takip edilerek yok olması yine bilindiği üzere mümkün değildir. Maddenin kendini oluşturanlarının kendileri ile aralarındaki ilişkilerinde yer bulan yaşama yolculuğu, kendiliklerinden “kendi-kendine” kendileşme de denilen bir iç oluşumdan başlayan ve kendi gibisini yaratma yaratıcılığı da denilen VARLIK iddiasının, kendini yok etmedeki haklı yaşam mücadelesidir. Toprağın kendi sınırlarını belirlemesi de bu iç etkileşimin ve oluşan birleşimin oluşturduğu sistemden geçer…İnsanın yapısı ve yaşamı, bedeni yaşamı da denilen ömrünü sürdürdüğü ve neticede “çerçevelediği yaşam albümünde” kendinden yaratılan ve ancak kendine dair olabilen yarattığı ortamdan ayrık olamaz…Değil mi?
9. Eşyanın yaratılış evrelerindeki kaynağı olduğunu tasavvur ettiğimiz ve büyüklüklerine göre güçlerinin değişkenlik göstermesiyle, bireysel veya kümesel yaşam tarzını benimseyen “yıldızların” kendi yaşamını sağlaması için etkin çekim gücünün etkileşmesi ile oluşan atmosfer de denilen gaz yapısı katmanıyla örtülü olan ve çekirdeğindeki sıvı veya katı, çiğ veya kuru, sıcak veya soğuk vs. yapısal değişimlere rağmen aslında sıkışmış gaz olan özütündeki alt giyim yapısıyla bağlantı kurularak üst ve alt giyimin birbiri ile uyumlu olmak zorunluluğuna dayanan, maddenin hücresel ifadesi olarak da tanımlanan “atom” yapısının sistemik dönüşümü ile sürdürür varlık yaşamını…Bu yapı içinde var olan insan ırkı nasıl olurda var ettiği diğer bir maddi kaynak olan maddenin dışında bir yaşamı olabileceğini düşünebilir? Ne dersiniz?
10. Toprağın (varlığın) var olma evrelerini kapsayan yaratma sürecine “zaman” denildiği bilinenler arasında çoktan yerini almış olduğuna göre, yaşamdaki en önemli kaybın yine yaşam olduğu ve geriye dönüşünün de mümkünü olmadığı, buna mukabil istenmeyen oluşumların düzeltilmesinin yeniden yinelenebilenlerin yenileyebilmeleri ile mümkün kılınabilmektedir. Bununla beraber zaman biriminin “tek değer” olarak ele alındığı bir yaşamda; istem dışı şartların neden olduğu var’olma sürecinde sekteye uğrayanları ifade etmekte güçlük çekilmesi kaçınılmaz olsa gerek…Bu durumda yapılabilecek tek şeyin; daha iyisini daha uzun zaman alacak şekliyle yapabilme becerisini kullanarak, sorunların vermiş olduğu oluşum sürecine uzatmaları da ilave ederek, zor olan evreyi kapsayan zamanı aşılabilme ve hatta biraz zamandan aşırabilme becerisiyle olağanüstü şartların vermiş olduğu imkanların da etkileri ile ihtiyaç olan süreyi yaratma tekniklerinin kullanılması sanatı olarak anlamak gerekir, “en azından”…Tabiî ki çözümlerin zamana yayılması ile elde edilen zaman kazanımları veya zaman kayıplarına yol açmalar değerlendirildiği sürece göre yol alınabilir.
11. Kavramsal anlamda “zaman” kendine dair yarattıkları için bir çeşit zemindir. Maddesel boyutta “zemin” ise üzerine kurulu olduğu zamanın var-oluş ortamıdır. Bu iki kavramın birbiri ile bitiştik ve dahi ardışık olduğunu düşünmek önceleri biraz zor gelse de devam eden gelişmelerin göstergesi olan üst yapının oluşumunun sürece etkisi tartışılamaz olsa gerek, değil mi?
12. Farklılığı-aynılıktan, kolayı-zordan, güzeli-çirkinden, iyiyi-kötüden vd. diğerlerini kendilerini oluşturanları olarak gördüğümüz zıtlıklardan almaz mıyız? Diğer taraftan varlığı bütünlüğü ile düşündüğümüzde “ben olmadan biz olamaz” isek yarattıkları “sen olmadan siz” nasıl olunabilir? Bütünlüğün içindeki tekliğe ulaşabilmek yaratılan payların oranlarını belirleyen paydaların sağlamasıyla oluşan paylaşım ile uygulanan işlem türü sonucunda bulunan bilinmeyenin birleşik yapıyı oluşturduğu doğrusunu reddederek hangi paylaşımın sağlaması yapılabilir? Bütünlüğün diğer tarafındaki farklı payların ve paydaların öteki farklılıkla birleşik işlemi sağlayabilmesi için alt kesirlerin muhakkak tespit edilmesi gerekir. Aksi takdirde ne içte ne de formüle edilen dışta bütünlük sağlanamaz. Öyle değil mi? Ne dersiniz?
Bütün bu anlatımların bütünlüğünde ifade edilmeye çalışılan varlık izahının temelinde ve en üst katmanında; olağan koşulların sıralandığı yapılaşmanın kendi çağını yarattığı gibi aynı koşulların çağdaşını yaratığı da bilinir…Eşyanın tabiatının bedenleştiği ve tümünü gizler halde bütünleştiği “toprak” yarattıklarının sona eren yaşamları ile bütünleştiğinde kaçınılmaz bir süreç yaşar.
Biten bir yaşamın çöpe döndüğü varsayıldığında tekrar toprak olmak için önce kendi içinde kendini toprağın güç kaynağı haline dönüştürerek “ilaç” olması ve toprağı beslediğinde toprak olabilmesiyle ayrı bir çürüme denilen yaratım süreci yaşanır. Netice itibariyle; toprak, yarattıkları ile kendine dönüşümü sağlar. Buna mukabil aynı zamanda kendiside bir yaratık olan toprağın, kendini yaratanı keşfedebilmesi için yarattıklarına geri dönmesi ile süreç tamamlanmaktadır. Bu keşif ve dönüşleri yapabilmesi içinde kendini dönüşümüne yön veren araçlara ve onların işleyiş yapısına teslim etmeye ihtiyacı vardır.
Bu durumda kendi varlığı ile sınırlı yaratma gücünü kullanabilen toprak (yada eşya) kendini yaratana dönüşünü yalnızca mutlak yarattıkları ile karşılar olacaktır. Peki gidilebilen son noktada maddenin kendini var edeni var etme veya var olma yapısı izah edilebilir mi? Bunun cevabı maddenin yok olma yapısının izahı ile karşılanabilir mi? Yaratıcı gücü yaratan, yaratıcı varlık ve yokluk kavramını da yaratmış olması gerekmez mi? Aksi halde bu eşsiz dönüşüme kendi içinde bile olsa, kendine dönebilme kendini tamamlama imkanı sağlar mıydı?
Ruh bütünlüğünü kendini yaratana kavuşmakla sağlar iken ruh kırılması da kendi yaratımını tanıma ve tamamlama ile mümkün olabilme oluşumu değil mi? Varlıkdan gelmenin aynı zamanda bir ayrılış hikayesi hali olduğu kadar Varlığa gitmenin de bir vuslat serzenişi anlatımının izah edildiği “durumların” her birinin birer ulaşım konumu olabilmesi hali midir ki anlam katılanlarla bezenen yazısı? Ne dersiniz?
